• 29 NİSAN Pazartesi 16:38
  • HV
Advert

Yüzyıl Önce Ne Suudi Arabistan Ne Irak Ne Suriye Ne Lübnan Vardı…

İpek Kobaner
İpek Kobaner
Yayın Tarihi : 02-01-2024 10:43

Hepsi Osmanlı yönetiminde bir eyaletti.

“Bir suda iki balık kavga ediyorsa oradan beş dakika önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.” 

Yukarıdaki manidar sözün Kızılderililer tarafından söylendiği var sayılıyor, adamların nasıl canları yanmışsa demek, diyorum... Ancak ne hissettiklerini anlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Yakın tarihimize baktığımızda bu sözü doğrulayacak çok sayıda olayın bizde ve çevremizde yaşandığına vakıfız. 

Nereden geldik bu mevzuya derseniz, aslında böyle bir konuyu yazmayı hiç düşünmezdim. Ta ki Suudi tarafında yaşanan futbol krizi ortaya çıkıncaya kadar. Detayına girmiyorum, bu olay bu hale nasıl geldi kısmına bakmıyorum ancak konu gelip Atatürk ve İstiklal marşı yasağına dayandıysa, millet olarak bu hadsizliğin sebeplerini bilmemiz gerekir, diye düşünüyorum. 

Konu yüzyıl öncesinden geliyor, evveliyatı da var ama alevlendiği dönemi baz alıyorum. 

1916 yılının haziran ayında Haşimilerden Mekke Emiri Şerif Hüseyin Osmanlı Sultan Halifesine baş kaldırır. İngiliz yazar Robert Lacey’in anlatımına göre “Bu bir Arap ayaklanmasından çok bir İngiliz-Haşimi komplosudur.” Bir milyon İngiliz altınıyla finanse edildiği de kayıtlara geçmiştir.

Ve yine Mondros Mütarekesi ile elden gidecek olan yerlerin adlarını birer birer yazıp İngiliz Dışişleri Bakanına mektupla bildiren kişi yine Şerif Hüseyin olacaktır. Ancak istediği Mersin, İskenderun ve Adana’dan yine bir mektupla vazgeçecektir. Bu yazışmalar ise Türk Tarih Kurumu kayıtlarına birebir girmiştir.

Birazdan bahsedeceğimiz Lawrence’la yani bildiğimiz adıyla Arabistanlı Lawrence’la, 29 Temmuz 1917 tarihinde görüşen Şerif Hüseyin çok büyük konuşacak, “Önerilirse Türkleri İstanbul ve Erzurum’a dek kovalayacağız; öyleyse ne diye Beyrut, Halep ve Hail’ den söz ediyorsunuz?” diyecektir. 

Bir İngiliz subayı olan Lawrence’ın Osmanlı eyaletlerindeki çalışmaları başlamıştı. Tahrik ederek daha doğrusu altın vadederek etrafına topladığı Araplar Akabe kalesine saldırıya geçerler. O güne kadar Akabe’ye karadan saldırılmamıştı. Kaledeki Türk askerlerinin topları, böyle bir hainlik beklemediklerinden, deniz tarafına çevrilidir ve denizden gelecek bir İngiliz saldırısına hazırdırlar.  Ancak Türkler daha ne olduğunu anlayamadan sırtlarından vurulur ve hemen orada acımasızca katledilir. Böylece Akabe İngilizlerin eline geçer. Araplar ise orada ne altın bulurlar ne de şehri kendilerine alabilirler. Sadece yaptıkları ihanetleri yanlarına kâr kalır ve tarihe böyle geçerler. 

Ancak ihanet burada bitmez, aynı katliamı demiryolunu patlatarak, etrafa saçılan Türk askerlerini toparlanmalarına fırsat vermeden “esir yok” nidalarıyla katlederek yapacaklardır. Lawrence’ın başrolde olduğu benzer katliamlar tekrarlanacaktır.

Peki Türkler böyle bir ihaneti ilk defa mı yaşarlar? Bin yıl önce Selahattin Eyyubi zamanında da benzer olaylar kayıtlara geçer. Bu sefer başrolde Antakyalı Reginald ya da Arapların Arnat dediği Haçlı komutanı vardır. Bu adam Selahaddin Eyyubi cihat ilan edince, akla gelmeyeni yapar ve Mekke’yi yağmalamak üzere yola çıkar. Önce dağda gemi parçaları yaptırır ve oradaki Araplar sayesinde onları kum üzerinden Kızıldeniz’e taşıtır. Gemileri siyaha boyatır ve Alia limanına yani Akabe körfezine yola çıkar. Haç yoluna giden Müslümanları öldürür, içlerinde ona yardım eden Araplar olduğunu düşünmez bile, sayısız gemiyi yağmalar. Tüm körfezi kana bular. Bu olaylar Arap tarihçiler tarafından, sanki kıyamet kopmuş, gibiydi, diye anlatılır. Sonra mı, sonrası malum, Selahattin Eyyubi onları ezip geçecektir.  

Hep derim ya, tarih tekerrür eder ve tarihi bilmeyen geleceğini göremez. 

Dönelim tekrar anlattığımız yüz yıl öncesine… Osmanlıya ihanet eden Şerif Hüseyin arkasına aldığı İngilizlerin güvenilmez olduğunu kısa bir süre sonra acı bir biçimde görür. Rakibi Suudi aşireti, kendi kurduğu Hicaz Haşimi Krallığını yine aynı İngilizlerin yardımıyla ele geçirirken Arabistan’dan kaçar ve bir daha da memleketine dönemez. 

Peki bu ilk isyan hareketi midir? Değildir. 

Şimdi bugünün olaylarını yaşatan Suud ailesini anlatmanın sırası geldi. 

Suudların önceleri çekinerek yaptıkları isyan hareketleri, 1802 yılında Abdullah Bin Suud zamanında Kerbela’yı basmaya kadar gider. Matem ayinindeki iki bini aşkın Şii yi öldürüp, Hz. Hüseyin’in sandukasını ateşe verdiler. Türbedeki iki yüz deve yükü altını ve gümüşü alıp Diriye’ ye kaçırdılar. Medine’yi yerle bir ettiler. 1805 te Mescidi Nebevi yağmaladılar. Bir yıl sonra Mekke’yi ele geçirdiler. Böylece Hac yolu yıllarca kapalı kaldı, gidenlerden de haber alınamadı. Bugün Kâbe etrafına yapılan devasa yapıların saygısızlık olduğunu düşünenler için bu tarihi örnekler yeterlidir sanırım.

Bu sırada çıkan Sırp isyanı ve iç karışıklıkları nedeniyle Osmanlılar olaya zamanında müdahale edemediler. Ancak 2. Mahmut döneminde Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve oğulları Tosun ve İbrahim Paşa’ya emir vererek, Suudlara müdahale ettirildi. Kaybedilen her yer geri alındı. 

Abdullah Bin Suud ve dört oğlu esir alınarak İstanbul’a getirildi. 14 Aralık 1818 de zincire vurulmuş olarak halka teşhir edildiler ve sorgularından sonra başları vurularak idam edildiler. İşte o Suudlar bugünkü yönetimdeki Suudların dedeleri. Şimdilerde Türklere karşı geçmişten gelen öfkelerinin acısını çıkarmaya uğraşıyorlar galiba… 

Buraya bir anekdot koymalıyım: Tarihin hiçbir döneminde birlik olamayan Arap toplulukları en müreffeh dönemlerini dört yüzyıllık Osmanlı idaresindeyken yaşarlar. Osmanlı gittiği andan itibaren de diğer batı devletlerinin güdümünde kalırlar. 

Gelelim Mustafa Kemal Paşa’ya olan husumetlerine… O günlerin en parlak paşasını dikkatle takip ederler… Yazışmalarda Lawrence sık sık onu konu ederek, husumet gösterir. Yine de onun yetenekli ve yönlendirici olduğunu itiraf eder. Ayrıca Talat ve Enver’i kullanarak Türk paşalarının birbirine düşürmeyi ve Mustafa Kemal’i durdurma konusunu, üst makamlarına yazdığı mektuplarda telkin eder. Ancak belli ki başarısız olur ve İngiltere’ye dönmek zorunda kalır.     

20 Ekim 1918 Mondros ateşkes antlaşmasıyla Almanlar Türklerin yanından çekilir. Antlaşmaya göre Türklerde hemen çekilecektir. O sırada bölgedeki Yıldırım Ordular Grubunun başına Mustafa Kemal Paşa gelir, çekilmeye komuta edecektir. Liman Von Sanders ’in ve Almanların ayrılması çok isabetli olmuştur. Böylece geride kalan tüm askeri malzemeyi alarak kuvvetlerini Anadolu’ya çeker.  Kurtuluş savaşı için yapılacak hazırlıkların da ilk nüvesi burada atılır.

Araplar ise gizli Sykes Picot anlaşmasıyla İngiliz, Fransız ve Rusların uygun gördükleri güdümlü devletlerine kavuşurlar… 

  • Etiketler