Böyle yazdığıma bakınca ironi yapıyorum diye düşünmeyin, yaklaşık otuz yıllık yaşamı olan Roma kadını bu kısa ömrünü en güzel şekilde süslenip, iltifatları kabul ederek neşe ve eğlence içinde geçirmek isterdi.
Kadınlar ister asil ister köle, her zaman kısa ömürlüydüler. Soylu kadınlar çocuk büyütme meşakkatine katlanmayı istemezler, hamileliğin güzelliklerini bozacağını düşünürlerdi. O nedenle doğum yapmamak için kürtaj olmak başta olmak üzere, eğer doğum yaptılarsa mikrop kapmak, kullanılan makyaj malzemelerinin toksik etkisi erken ölümlerinin başlıca sebebiydi. Bunu bildiklerinden olsa gerek yaşadıkları her günün tadını çıkarmak için uğraşırlardı.
Romalı asil kadın bir gününü nasıl geçirirdi, güzel yaşamak nasıl olurdu?
O, sabahları erkenden kalkmaya ihtiyaç duymazdı. Onun yerine kalkıp evin sabah işlerini yapacak köleleri vardı. Sabahları içinde uyandığı, oldukça dar yatak odasının duvarları kırmızı hatta siyah boyandığından iç karartıcı görünürdü. Bu koyu renklerin zaten çok sıcak havası olan Akdeniz kenti için uygun olmadığı malumdu, ancak belli ki kimsenin bir değişiklik yapmaya niyeti olmamıştı. Ortamı serinletecek açık renklere şehir evlerinde rastlanmazdı. Ancak Genç Plinius’un mektuplarından anladığımıza göre; Romalı gerçek zenginlerin tercih ettiği denize yakın sayfiye evleri, ferah yatak odalarından, açık renk salonlardan, sakin huzurlu ve serin köşelerden oluşurdu.
Ancak ev nerede olursa olsun, evin hanımı ve beyinin ayrı yatak odaları olurdu ancak gerektiğinde bir araya gelirlerdi. Bu ayrı odalar erotik şiirler yazan ozanlar için iyi bir malzemeydi. Alaycı bir dille evin hanımının yatarken yüzüne ekmek ve suyla hazırladığı maske ile uyuduğunu anlatıp, bunun kocasına güzel görünmek için değil gündüz yaşayacağı heyecanlı flört anları için bir hazırlık olduğunu yazmışlardı.
Uyanan kadının sabah çok hafif bir soğuk suyla yıkanırdı. Sabah yıkanması geçiştirilirdi çünkü öğleden sonra gidilecek olan hamamda saatler geçirilecekti. Sabah öncelikle o hamur maskesinin yüzden temizlenmesi ile işe başlanırdı. Tarak, cımbız, makyaj spatülleri, havan, ayna, parfüm, bukle maşaları mutlaka önceden hazırlanmış olurdu.
İlk iş olarak günün modasına uygun olarak saçlar yapılırdı. Kızgın maşalarla saçları bukle bukle yapılan evin hanımının, bu güzellik uğruna zaman zaman yandığı da olurdu. Buna sebep olan beceriksiz köle ise canı yanan hanımının hışmına uğrar, şiddetli bir ayna darbesiyle veya saç iğnesini batırmasıyla cezasını bulurdu. Saç tuvaletinin yapılması her şey yolunda gitse bile zahmetli ve uzun bir işti. O nedenle peruk kullanımı zamanla yaygınlaşmıştı. Alman kölelerin sarı saçlarından yapılanlar en beğenilenlerdi.
Çünkü esmer Romalılar için beyaz tenli ve sarışın olmak soyluluklarının bir göstergesiydi. Güneş altında çalışan köleler gibi görünmeyi sevmezlerdi.
Şimdi bu peruk modasının başlamasına sebep olduğu düşünülen hikâyeyi anlatmanın tam sırası sanırım. Roma’nın ilk İmparatoru Augustus, seyrek saçları yüzünden çok üzülen kızına bir çare arar ve sonunda bir peruk yaptırır. Sarı peruk kızı Julia’ya çok yakışınca, üvey annesi Livia’nın bile kıskançlığını üzerine çeker. İmparator kızı olmasına rağmen kötü talihi genç kadının peşini hiç bırakmaz... Onun hayatının hikayesi acılarla doludur ve en sonunda sürgün edildiği adada ölür.
Saç konusuna dönecek olursak, revaçta olan bir diğer peruk ise Hindistan gelen siyah saçlarla yapılırdı. Böylece hem köleler hem hanımlar zahmetli bir işten kurtulmuşlardı. Diğer kadınların böyle bir sorunu yoktu. Onlar kalkar kalkmaz biraz su ile temizlenir saçlarını toplayıp günlük işlerine koyulurdu.
Peruk kullanmak kolaydı ama kadınlar yine de çılgın kabarık saçları, kuş yuvası gibi yükselen diademle süsledikleri abartılı saçları yaptırmaktan geri durmazlardı. Saçlarının rengini açabilmek için batavia köpüğü ve sabunlarla sonuç almaya çalışırlardı. Bu konunun en bilineni olan papatyanın adı geçmezken, kına bilinirdi.
Saçlar tamamlanınca sıra yüze gelirdi. Yüz makyajına koyun yününden yapılan bir fondötenle başlanıp, kötü kokan bu ürün dikkatle yüze sürülürdü. Aslında bugün de aynı ürünü lanolin olarak kullanmaya devam ediyoruz. İki bin yılda kokusunun dışında çok da bir değişiklik olmamış görünüyor, değil mi?
Devamında üzerine bir pudra geçilirdi. İşte ölümcül olan da bu pudraydı. Beyaz görünmeye düşkün olduklarından, beyaz kurşundan, acı bakla çekirdeğinden ya da illyria süseni gibi zehirli maddelerden yapılan pudraları kullanırlardı. Bunlarda zaman içinde süreni zehirler, karaciğerini iflas ettirirdi.
Allık için aşı boyası revaçtaydı. Göz makyajı için ise, Plinius’un anlatımına göre, ayı yağı ve kandil isi, karınca yumurtası ve ezilmiş kara sinek kullanılırdı. Bu maddeler gözleri mahvediyordur muhakkak. Cildi tahrip ettiği ve hastalandırdığını ise yine aynı tarihçi anlatır.
Makyaj tamamlandığında sıra mücevherlere gelirdi. Altın ve gümüş telkâri gibi işlenir, en sevdikleri şekli alırdı. Mısır’dan gelen safir, zümrüt gibi taşlar ise olduğu gibi altınla çerçevelenir öyle kullanılırdı. Elmas çok az kullanılırdı. En çok sevilen ve değerli olan ise inciydi, şüphesiz.
Ancak çok takı takanlarda alay konusu olmaktan kurtulamazdı. Trimalchio’nun karısının altın takılarıyla çok uğraşılmıştı. Şiirlerde ise aile servetlerini kulağında boynunda taşıyanlara iğneli bir dille sataşılırdı. Pandantif küpeler, kolye, bilezik, fibula, yüzük sevilirdi. Nişan yüzükleri önce demirden yapıldı sonra altın olup bugünkü parmağa takıldı. Romantik bir bakışla bu parmaktan kalbe giden bir yol (sinir) olduğunu düşünürlerdi.
Evin hanımının hazırlığını parfümle tamamlaması adettendi. Romalı kadınlar parfüm alırken çok bonkördüler. Son derece tutumlu olduğu bilinen Augustus’un eşi Livia’ nın bile tek zaafı doğudan gelen egzotik parfümlerdi. Neron’un zengin eşi Poppea ise bu tutkusunu kendi adına parfüm yaptıracak kadar ileri götürmüştü. Sedir yağı, bal, mür, balsam parfüm yapımında kullanılır, bu kokular çok sevilirdi.
Romalıların öğleden sonra hamama gitmesi adettendi. O nedenle hamam için ve sonrasında kullanılacak her şey kutulara konur, yıkanma faslından sonra tekrar aynı süsler yapılırdı. Hamamda akan boyalarda şairler tarafından yine alaycı şiirlere malzeme olurdu. Şairler soylu kadın ve erkekleri her aşırılıkta acımazsızca eleştirirlerdi.
Soylular hamama kendi köleleriyle giderlerdi. Bu çok yararlı bir usuldü. Alacakları hizmetten emin olmanın yanı sıra hamam sahibinin sunacağı hizmetlere yüklü bir para ödemekten de kurtulurlardı. Soyunma odasında çıkarılan kıyafetlerini de yine bir köle beklerdi. Hırsızlık ve ikinci el kıyafet piyasası o zamanda çok hareketliydi.
Hamam evinde banyosu olanlar için bile olmazsa olmazların içindeydi. Burada hem spor yapıp hem de sosyalleşirlerdi. Bir araya gelip son dedikodulara dahil olurlardı.
Giyimler sadeydi, kumaşın kalitesi önemsenirdi. İçinde korse kullanılmazdı. Sade bir içlik üzerine tünik ve elbise giyilirdi. Göğüs bantları kullanılırdı. Tüm elbiseler sade ve dikdörtgen biçimliydi. Zarafet için kısa bırakılan kolların dekoltesi sevilirdi. Bu sade biçimi aksesuarlar ve kumaşlar zenginleştirirdi. Omuzda toplanıp aşağıya zarifçe düşen güzel kumaş broşlarla süslenirdi. Giysi göğüs altından büzülerek imparatorluk çizgisi oluşturulurdu.
Renk renk kumaşlarda kadınların aklını başından alan diğer bir unsurdu. Ovidius bir şair olmasına rağmen bir modacı edasıyla kadınlara mavi, yeşil, pembe, safran ve ametist renklerini giymelerini tavsiye etmişti. Tabi imparatorluk ailesinin rengi olan mor yani erguvan rengi hepsinin hayalini süsleyen ulaşılmaz bir renkti. Giymek için para sahibi olmak yetmezdi ya aileden olmanız ya da imparatorun müsaadesini almanız gerekirdi.
Soylu beylerin sevgililerine hediyeleri arasında bu değerli kumaşlar yerini almıştı. Paris’in Helen’i kandırmak için ona getirdiği rengarenk Fenike kumaşlarının İlyada destanında yer bulduğunu düşünecek olursak konunun ehemmiyeti anlaşılır. Güzel kumaşlı elbiselerle forumlarda salınan kadınlar muhtemelen kendilerini güzeller güzeli Helen gibi mükemmel hissetmişlerdi. Miladi yıllarda yaşayan dönemin kadınları mümkün olduğunca hızlı yaşayıp, genç ölümün getirdiği zaman kaybını telafi etmeye uğraşmışlardı.
Yine de bu soylu kadınlar aynı dönemde yaşayan hemcinslerinden daha şanslılardı, ne dersiniz?