• 29 NİSAN Pazartesi 12:51
  • HV
Advert

Tarih ama hangi tarih?

İpek Kobaner
İpek Kobaner
Yayın Tarihi : 20-11-2023 12:53

Seçim yapmak zor, yazmadan önce düşündüm, tarihin hangi konusu daha çok sevilir diye… 

İlk iki yazımda 2000 yıl öncesinin antik Roma yaşantısından bahsetmişim. O yazılara aynı dönemde çocukların neler yaptığını yazarak devam edebilirdim. 

Veya bu ara yeni çıkan kitabımı da anlatabilirdim. 1. Haçlı seferini anlattığım “Yağma yağmur, doğma güneş, Kudüs düştü,” diyerek Orta Çağ’da yaşanan ancak günümüzden pek de farkı olmayan siyasetleri, bitmek bilmez kişisel hırsları anlatabilirdim. 

Hatta benim çok ilgimi çeken Akitanya Düşesi Eleanor’un, kocası Fransa kralı Louis’le çıktığı Haçlı seferinde başına gelenlerden, Antakya’ya gelişinden, burada yaşadığı söylenen yasak aşkından, hatta “Kutsal Kâse” nin izini sürmesinden de bahsedebilirdim. Ancak bunu yapsaydım sadece 1000 yıl öncesi gibi yakın bir zamanı anlatmış olacaktım.

Ama bizim Anadolu’muzda günümüzden 12 000 bin yıl önceye giden bir Göbeklitepe dururken ve dünyada eşi benzeri bulunmamışken oradan bahsetmenin şart olduğuna karar verdim. Hele de son günlerde çıkan yeni buluntularıyla yine tarihi değiştirdiğini göz önünde bulundurunca hemen yazmaya başladım. Belki okuyanınız olmuştur, ilk tarihi kurgu romanımda bu konudadır. Benim için bir nevi evlattır, diyebilirim. 

Tarihin en gizemli hikayelerini içinde barındıran bu yeri anlattığım metin biraz uzun ama ilginç ayrıntılar barındırıyor. 

GÖBEKLİTEPE 

Uzun süre keşfedilmedi!

Anadolu’nun güneydoğusunda gizemli bir tepenin içinde saklanan iç içe yuvarlak yapılar günü geldiğinde oldukları yerden çıkacak ve binlerce yıl öncesinden getirdiği yaşantıyla selamlayacaktı insanlığı …

O zamana kadar oradan geçen araştırmacıların hiçbiri yuvarlak yapıları, T biçimli sütunları görmemişti, görememişti. Ne zaman ki beklenilen doğru vakit geldi, ancak o zaman bu yapılar bir bir gözler önüne serildi.

Günümüzün insanı ise ezberlerini bozan bu bilgilerle derinden sarsılıp, neye inanacağını bilemeyecekti uzun bir zaman.

Çünkü gün yüzüne çıkan yuvarlak yapılar, çok eski zamanlardan gelen bir medeniyetin görkemli iz düşümleriydi. Hem de umulmadık bir şekilde, on iki bin yıl önce yaşayan atalarımızın bugünün sanatçılarını aratmayacak ustalıkla yaptıkları inanılmaz kabartmalarla çıkacaklardı sahneye… 

Aynı zamanda o güne kadar söylenmiş her tarih anlatımını her teoriyi bir anda yerle bir edeceklerdi.

Bu durumda, bildiğimiz ve bize öğretilen tarih yeniden yazılmaya başlanmalıydı.

Öyle ya; insanın az gelişmişlikten çok gelişmişliğe doğru adım adım ilerlediğini sandığımız ve ilkel insanın avcı toplayıcı yaşantısıyla başlattığımız neolitik dönemin açıklaması da bundan böyle tamamıyla değişmiş olacaktı.

 Biz bugüne kadar neyi öğrenmiştik?

Önce Çatalhöyük vardı

Göbeklitepe ortaya çıkıncaya kadar kabul ettiğimiz tarihe göre; yerleşik düzene geçen, tarım yapan ilk insanlar İç Anadolu’da Konya Çumra’da bulunan Çatalhöyük’te yaşamışlardı. 1958 yılında İngiliz James Mellaart tarafından keşfedildiği günden bu yana ilk yerleşim ve ilk tarım topluluğunun yaşadığı yer olarak dünya tarihine geçmişti. Ta ki Göbeklitepe’nin bulunup onu tahtından indireceği güne kadar da uzun yıllar böyle bilinmeye devam edecekti.

Peki binlerce yıldır orada öylece duran Göbeklitepe’nin keşfi neden bu kadar gecikmişti? Gelin sebeplerini biraz inceleyelim;  

Tarihçi söylemiyle, dünya üzerindeki bazı yerlerin tarihi üstünde hiç durulmamış veya çok az incelenmiştir. Özellikle de doğu medeniyetlerinin geçmişinin yeterince incelenmediği düşünülür. Araştırmalarda daha çok batı medeniyetinin temeli olabileceği düşünülen yerler ön planda tutulur.

Bu tavır kimse tarafından yadırganmaz. Çünkü genellikle tarihi egemen güçler şekillendirir ve tarihi yazanlarda yazdıranlarda yine onlar olmalıdır. Antik zamanlarda, krallar ve komutanlar kendi siyasi başarılarının, askeri zaferlerinin yazılması yönünde irade koyarlardı. Bu nedenle yazıcılar onları yücelten yazılar yazıp görevlerine devam edebilme yolunu seçerlerdi, bir nevi zorunlu bir tercihti onlarınki.    

Sıradan insanlar ise ancak yaşamlarını sürdürebilmek için gerekenleri günün şartlarına göre taşa, kile, deriye, bir çeşit parşömene veya kâğıda yazıyorlardı.  Bunlarda daha çok ticaretle ilgili notlar veya yazışmalar şeklinde oluyordu. Harflerin Fenikeliler tarafından bulunması da böyle bir ihtiyaç sonucunda olmuştu. 

Bir diğer yazma nedeni de çeşitli kehanetler ve şifa yöntemlerinin kayda geçmesi içindi. Bu anlamda yazılanlar herkesin her zaman ihtiyaç duyacağı bilgilerdi.

Sonra Büyük İskender gibi savaşçı komutanlar, özellikle cesaretlerini, savaştaki başarılarını, fethettiği büyük ülkelerin herkes tarafından bilinmesini istediklerinden yanlarında yazıcı bulundurmaya başladılar. Bu yazıcıların tuttukları kayıtlar sayesinde de önemli olaylarla ilgili bilgi sahibi olduk.

Ayrıca kurulan büyük kütüphaneler, yönetenlerin ilim ve bilime verdikleri önemi gösterme yöntemlerinden birisi oldu.

Son yüzyıllarda ise Anadolu tarih ve arkeolojiye meraklı bilim adamlarının ilgi odağı haline geldi. Çok sayıda seyyah özellikle Osmanlı döneminde bölgeyi karış karış gezmeye başladı. Bu gezginler fotoğraflar çekerek dönemin eserlerini kayıt altına alırken yanı sırada gördüklerini duyduklarını kâğıda dökmeye başladılar.

Anadolu; çok sayıda batılı gezgin ve arkeolog için önemli medeniyetlere ev sahipliği yapmış gizemli ve çekici bir yerdi. Gelenlerin hepsi kendi köklerinin peşindeydi.  Kadim topraklar için kimi ‘Âdem ile Havva’nın evi buradaydı,’ diyerek yola çıktı, kimisi “insanın tanrılarla buluştuğu en eski yer,” diyerek araştırmasına devam etti.

1963 Yılında Fark Edilemedi

Bugün anlatacağımız Göbeklitepe ise, ilk kez 1963 yılında İstanbul ile Chicago Üniversitelerinin katılımıyla ortaya çıkan “Güneydoğu Anadolu Bölgesi Araştırma Projesi” çerçevesinde yapılan yüzey araştırmaları sırasında fark edildi. İstanbul Üniversitesinden Profesör Halet Çambel ve Chicago Üniversitesinden Profesör Peter Benedict bu araştırmaların başındaki ünlü arkeologlardı.

Maalesef bu yüzey araştırmaları esnasında Göbeklitepe’nin varlığı ve önemi fark edilemedi. Olsa olsa bir mezarlıktır denilip geçildi. İki büyük hocadan beklenilmeyen bir atlamaydı bu. Ya da atlama değil, bulunma zamanının henüz gelmemiş olmasıydı. 

Sonuç olarak arkeoloji profesörü Halet Çambel aynı bölgedeki Çayönü’ne gidip kazılarına başladı.

Hatta benim de aynı yerin mozaikleriyle ilgili yaptığım bir çalışma öğrencilik yıllarımın ilk semineri olmuştu. 

Burada bir anekdotu eklemeden edemeyeceğim. Halet hocayla yollarımız benim gönüllük esasıyla yaptığım üç antik ören yerinin broşürlerini çıkarmak üzere bir sivil toplum örgütüyle iş birliği yaptığımız çalışmada kesişmişti. Bu çalışma, hocanın titiz kişiliğini, çalışma disiplinini görmem açısından faydalı oldu. Sonunda broşürleri bitirdiğimizde hocanın yürüttüğü Karatepe Aslantaş Geç Hitit Dönemi kazılarında da bulunma şansı bulmuştum. Onun dikkatini ve disiplinini gördüğüm için olacak, duayen hocanın üzerinden geçtiği yerin önemini fark etmemiş olmasının bir anlamı olacağını düşünmüştüm.     

Belki de Göbeklitepe’nin ortaya çıkmasının zamanı henüz gelmemişti demiştim biraz önce. Neden böyle düşünüyordum? Çünkü onlardan sonra 1980 yılında bu sefer Nevada Üniversitesinden Peter Benedict aynı yere geldi. Arkeolojik alanları harita üzerinde belirleyerek kısa açıklamalarını yanına koydu. Bu arada Göbeklitepe’nin ismini de ilk defa yayınına alan o oldu. Çalışmasında tepenin su kaynaklarından uzaklığını dile getirdi. Çakmak taşı aletlerin bulunduğundan bahsetti ama o da tepenin mezarlarla kaplı olduğunu sanmıştı. Sonradan T sütunlar olduğunu anladığımız taşları Bizans mezar taşıdır, demişti. Ve arşivlere bu seferde böyle geçti bu gizemlerini içinde barından kireçtaşından devasa tepe.

Göbeklitepe’nin bulunması için belli ki bir zamanın daha geçmesi gerekecekti.  Şanlıurfalıların “bizim şehir” dedikleri bu tepe keşfedilmeyi beklemeye devam etti bir süre daha.

Sonunda beklenen gün geldiğinde Göbeklitepe için zaman hızlı akmaya başladı. Artık geri dönülmeyecek bir şekilde olaylar birbirini kovalayacak, tepe sırlarını bir bir ortaya dökecekti.

İlk başlangıç, o araziyi sürüp tarla yapmaya çalışan Yıldız ailesinin orayı bir türlü istedikleri gibi sürememeleriyle kendini gösterdi. Buldukları taşları bir kenara koysalar da taşlar bitmek bilmedi ve tarla bir türlü istedikleri düzlüğe erişemedi.

Günün birinde yine tarlanın taşlarını toplarken garip biçimlendirilmiş birkaç taş buldu. Birisi dev bir fallus diğeri ise bir hayvan kabartması şeklindeydi.

Tarla sahibi Şavak Yıldız bu taşları müzeye götürmeye karar verdi ve götürdü de. Ama müzede beklediği ilgiyi göremedi hatta getirdiklerini almaya bile gönülsüz razı oldular. Aldıklarını da hemen kapının kenarına bıraktılar, ilk fırsatta kapı dışına koyacak gibiydiler.

Ama artık Göbeklitepe’nin üzerini örten topraklardan sıyrılıp gün yüzüne çıkmasının zamanı gelmişti, olacakların önünde kimse duramazdı.

O sırada 1984’te Heidelberg Üniversitesi’nden gelen Harald Hauptman tarafından başlatılan Nevali Çori kazılarının sonuna gelinmişti. Ve bölge Atatürk Barajı’nın suları altında kalacaktı. O kazıda arazi sorumlusu olan arkeolog Klaus Schmidt ise buradaki tek neolitik alanın Nevali Çori olamayacağını düşünmekteydi. Ayrıca bu bölgede kendi kazısına başlamayı çok istiyordu. O nedenle çevreyi incelemeye başlamıştı.

Ve aradığı ip ucu onu müzede beklemekteydi. Yıldız ailesinin getirdiği o iki işlenmiş taş dikkatinden kaçmadı. Hikâyeyi öğrendi ve Göbeklitepe’nin izini sürmeye başladı. Kurtarma kazılarındaki işi bitmiş ayrılma zamanı gelmişti ama Schmidt’in aklında müzede gördüğü parçaların izinden gitmek vardı.

Göbeklitepe ’ye ilk gittiğinde bazalt dolu tarlalardan geçip uçsuz bucaksız kireçtaşından oluşmuş bir alana ulaşmıştı. Alanın ortasında ise belirgin bir yükselti vardı. Çok sonra yaptığı ölçümler sonucunda, buranın üç yüz metreye üç yüz metre genişliğinde ve yaklaşık on beş metre yüksekliğinde olduğunu yine kendisi açıklayacaktı. Böylesine geniş bir alanın tamamı ise örneğine rastlanmayacak kadar sert ve kaliteli kireçtaşından oluşmuştu.

Müzede gördüğü dev parçaların buradan çıktığını düşündüğünde, önünde uzanan bu yerin bundan sonraki bütün mesleki yaşantısını yönlendireceğini derinden hissetmişti. 

Kazılar Başlar

Birkaç yüzey çalışmasından sonra buluntuları getiren Yıldız ailesinin tarlasının bulunduğu alanın merkez olduğu görüşüne varılır. Aile de tarlasını vermeye rıza gösterince kazılar 1994 yılında başlar. Şanlıurfa müzesi ve Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün iş birliği başladığı çalışmada artık kazı başkanıdır. Çalışmalarına 2014 yılında ölünceye kadar devam eder.

Yaklaşık 19 yıl süren kazılardan çıkan çok sayıda belge ve buluntu vardır ve onlar henüz bilimsel yayınlara dönüşemeden kazı yapan hocasının ölmesi büyük talihsizlik olarak düşünülebilir. Hocasının ölümünden sonra bir ara verilse de 2020 yılından itibaren yine İstanbul Üniversitesi kazılarına devam eder. Bu çalışmalar artık yeni yerler açma değil, çıkarılan eserlerin tasnifi ve arşiv çalışmaları olarak kendini gösterir.

Kısaca kazı tarihine baktıktan sonra dönelim kazı alanına;     

Öyle bir alan vardır ki önlerinde üç yüze üç yüz metre boyutlarında yani doksan dönüm bir arazi boyunca iç içe yuvarlak yapılarla doludur. Jeoradarlarla, bugüne kadar açığa çıkarılan dört ana yapının dışında on altı yapının daha yer altında olduğu tespit edilir.

Birbirini takip eden zamanlarda yapılmış iç içe yuvarlak duvarlı yapılar birbiri ardınca sıralanmıştır. İç odanın dışarıya açılan kapısı da yoktur. Bu odalar hangi amaçla yapılmışlardır? Bu kadar kompleks yapıları nasıl yapmışlardı? Amaçları ne olabilirdi?   

Bugüne kadar ki bilgilerimize göre, o günlerde avcı toplayıcı olan insanlar henüz yaşayacakları evlerini yapmamışlardı. Henüz kap kacakları yoktu. Henüz tarım yapmamışlardı. Henüz yerleşik düzene de geçmemişlerdi.

Günleri yemek bulmak, barınmak ve vahşi hayvanlardan korunmakla geçen bir yaşam sürüyorlardı.

Göbeklitepe bulununcaya kadar inanç sistemiyle ilgili bildiğimiz şey; insanlar yerleşik düzene geçip tarım yapmaya başladığında yani bir arada yaşamaya başladıklarında inanç sistemleri ve tapınma merkezleri oluşmuştu.

Ama şimdi Göbeklitepe bize bunun tam tersini söylüyordu. Avcı toplayıcılıkla yaşayan ilkel insanlar bu muazzam yapıları yapmıştı. Öyle ki yaptıkları T biçimli dev sütunlar, iç içe yuvarlak yapılar matematik ve mühendislik bilgisi gerektirmekteydi. Düşündüğümüzde bu inanması oldukça güç bir iddiaydı. Çünkü her gün yiyecek için saatlerce avlananlar nasıl böyle bir inşaatı yapacak zaman bulacaklardı? Diyelim ki buradaki ilkel insanlar bu inşaatlarda çalışmış olsunlar, peki bu mühendislik ve matematik bilgileri nereden geliyordu?

MÖ 11.500 yıllarında Geç Dryas buzul çağından yeni çıkmış dünyada yaşayanlar bu bilgileri edinip arkasından da bu iç içe geçmiş yuvarlak yapıları oluşturacaklar yine böyle devasa T biçimli sütunları yapıp, onların üzerine son derece sanatkarane hayvan motifleri işleyip, bütün bunları da ellerindeki kireçtaşlarıyla yapacaklardı! 

İnanılması gerçekten zor hatta imkânsız şeylerle karşı karşıyaydık. Belli aralıklarla yapılmış yuvarlak şekilli duvarların içindeki son dairenin duvarı ise tamamen dışarıya kapalıydı. Ortada karşılıklı duran diğer T sütunlardan çok daha yüksek olan karşılıklı iki T sütun devrilmemeleri için özel olarak hazırlanmış zemin çukuruna oturtulmuştu. Öyle bir hesaplama yapılmıştı ki beş altı metrelik sütunlar üzerindeki T bölümleriyle beraber rahatlıkla ayakta durabiliyorlardı. Tam bir mimari harikasıydı gördüğümüz…

Ayrıca bu yer her yerden uzak ve suyun bulunmadığı bir mevkideydi. O zaman bu insanları günlük ihtiyaçlarından vaz geçirip böyle devasa inşaatı yaptıran neydi? 

Arkeologlar olarak üzerinde düşünmemiz gereken konu bu karmaşık organizasyonun bu avcı-toplayıcı topluluk tarafından nasıl yapılabildiğiydi?

Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Harold Hauptmann bu topluluğa önderlik eden birilerinin olduğunu söylüyordu. Yani burada bir nevi tabakalı bir toplum vardı. Aynı yaklaşımı Klaus Schmidt’ ten de duyacaktık bir zaman sonra. O da burada farklı tabakalardan oluşan grupların olduğundan bahsediyordu. 

Kimdi bunlar?

Haftaya yazımızın devamında buluşmak üzere, hoşça kalınız…